10 Kasım 2010 Çarşamba

Anadolu'nun Gururlu İnsanına Ne Yakışır?

Bir süredir televizyon kanallarında, paylaşım sitelerinde bir reklam dönüyor. Siz de mutlaka görmüş olmalısınız Anadolu Sigorta’nın Atatürk’lü reklamını. Ama görmeyenler için reklamın özeti şöyle: Yıl 1924, Erzurum Depremi olmuş. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılında savaşın izlerini silmekten çok uzakta olan Dadaşlar’ı bir de deprem vurmuş. Atatürk deprem haberini alır almaz, Karadeniz gezisini yarıda bırakıp Erzurum’a gidiyor. Orada bir köylüye ihtiyaçlarını soruyor. Köylü ise: ‘Memleketimiz sağ olsun. Evlatlarımı herpta şehit vermişem. Bir şey istemeyem paşam. Biz yedi düvellen herp etmişez, goca memleketi yeniden kurmuşah. O bize yetiyir.’ diyor. Sonrasındaysa Anadolu’nun gururlu insanının Atatürk tarafından kurulan sigorta şirketi sayesinde o günden sonra asla kaybetmediği söyleniyor. Buradan yola çıkıp reklam, banka ve devlet üçlüsünün düzenin çarkları için nasıl işbirliği yaptığına gelin bir bakalım.
İlk eleştiriyi iletişim okuyan biri olarak getirmek istiyorum. Reklamlar… İhtiyacınız olmayan şeyleri size satmanın, ihtiyaç duyduklarınızı ise olduğundan daha pahalıya satmanın kutsal araçları. ‘Ey kadınlar! Bu ruja bir ton para verip sürdüğünüzde siz artık Madonna kadar çekicisiniz ve bilmem kaç dolarlık parfümü sıktığınızda Jennifer Lopez kadar baştan çıkarıcısınız. Ve siz erkekler! Sizin gibi yakışıklıların karizmasına karizma katacak en son teknolojiyle ürettiğimiz araba modelimizi görmeden kiminle evleneceğinize karar vermeyin. Bu araba çıtayı çok yükseltebilir!..’ tadında manipülasyonlarla karı maksimize etmenin yollarıdır reklamlar. Güvenilirlik, şeffaflık, marka değeri, müşteri odaklılık, iletişim etiği, sosyal sorumluluk vs. gibi kavramlar olsa da külliyatta, tüm yollar aynı yere çıkar: Daha çok satmak! Ürünü ve hizmeti hedef kitle için çekici kılmak adına ‘appeal’ denilen ve yerine göre duyguları, cinselliği, korkuyu, mizahı içeren öğeler kullanılır. Reklamın altın kurallarından biri ise şudur: ‘Seks sattırır.’ Ancak Türkiye’ye dönüp baktığımızda bahsi geçen reklamdan da anlaşılacağı üzere seks kadar sattıran başka bir şey keşfedilmiş reklamcılar tarafından: Atatürk!..

Öyle ki; İş Bankası’nın ve dolayısıyla Anadolu Sigorta’nın kurucusu olan Atatürk, bu vasfı nedeniyle bankaya mal ediliyor ve sanki bankanın maskotuymuşçasına reklamlarında kullanılıyor. Böylece ‘İşte Bizim Atatürk’ümüz, işte bizim bankamız!’ mesajı; sürekli tehdit altında olduğuna inanan, milli konularda epey ikircikli ve hassas toplumun üzerine boca ediliyor. Akabinde karşılaştığım manzara ise şu: ‘Anadolu Sigorta’nın/İş Bankası’nın tüyler ürperten/ağlatan reklamı’ başlığıyla internette paylaşımlar, gazetelerde haberler vs… Ha bir de duygulanıp ağlayan ve Atatürk’ü ‘hatırlattığı’ için bankaya minnettar olan hedef kitle var. Bankanın karlılığı ve müşterisi ne kadar arttı diye sormak için erken ama karlarını maksimize etmek adına hedefi tam on ikiden vurduklarını şimdiden söyleyebiliriz.

Ülkede günden güne artan kutuplaşmayı ‘daha çok satmak’ için kullanmayı akıl eden ve toplumdaki psikolojik savaşı bilinçli olarak körükleyen reklamcılara tutup iletişim etiğinden bahsetmeyi gereksiz buluyorum. Reklamın ne işe yaradığına dair en başta verdiğim örnekten ibaret hale getirdiler çünkü kendi mesleklerini. Toplumu hem ekonomik, hem psikolojik, hem de siyasi anlamda aptal yerine koyma ve sömürme işini o denli abarttılar ki; çoğu zaman toplumu manipüle etmek için kullandıkları istatistikler, reklamların etkisinin hızla azaldığını göstermeye başladı. Bu yüzden bindiğiniz dalı kesmeye aynen devam edin. Tüm dünyamızı kuşatırsanız reklamlarınızdan kaçamayacağımızı düşünüyorsunuz. Tuvaletlerin kapılarına dek astığınız afişlerle, gecenin bir vakti ‘Yahu kim öldü?’ diye bizi yatağımızdan fırlatan, cep telefonumuza yolladığınız mesajlarla, indirim ya da promosyon adı altında attığınız kazıklarla bizi sürekli taciz ediyorsunuz. Ama tüm bunlara rağmen, bilimsel araştırmalar, sizin bilgi kirliliğiniz ve dezenformasyonunuz karşısında beynimizin savunmaya geçtiğini ve mesajlarınıza ket vurduğunu söylüyor. Yani, maymun gözünü kapamaya, kulaklarını tıkamaya ve ne kadar kaliteli, kullanışlı vs. olduğunuzu bilmek istememeye başlıyor.

Gelelim İş Bankası’na… Kurumsal sitenizin tam da tepesine Atatürk’ün bankanızdan çıkarkenki bir fotoğrafını koyup ‘Böyle bir fotoğraf her kuruma nasip olmaz!’ yazmışsınız. Ancak muhafazakar kesimleri hedef kitle dahilinde tutmanız için bir de ‘Allah’ım sana çok şükür!’ cümlesini ekleseniz daha iyi olur kanaatindeyim. Atatürk’ün ‘yerli sermayeye dayanan bankacılık’ fikriyle kurduğu bir bankasınız, anladık. Ancak o dönemin şartlarında bile gerçekleşmesi çok zor olan bu fikrin üzerinden tam 85 yıl geçmişken hala ‘ulusal’ banka olarak meydanlara çıkıp cirit atmanızı aklım almıyor. Uluslararası mali sermayenin elinin uzanamadığı yer yokken ve siz de banka olarak bu çarkın tam da merkezindeyken, hisselerinizin yüzde kaçının kime ait olduğunun hesabını yapmaya lüzum yok ‘ulusallığınızın’ kocaman bir palavra olduğunu söylemek için. Atatürk’ün varını yoğunu kaybetmiş halka bulduğu çözümün sigorta şirketi kurmak olduğunu iddia ediyorsunuz. Ancak tarih bize; büyük çabalarla 37 gün içinde evlerini kaybeden insanların yeni evlerine yerleştirildiğini, Erzurum’daki hasar için yoğun çalışmalar yapıldığını, bölgeye maddi ve tıbbi destek verildiğini söylüyor. Yani yanlışınız var: Yiyecek ekmeği dahi olmayan halk için çare, sigorta şirketine para verip de evini güvence altına almak değil. Kaldı ki; bugün bile ‘zorunlu deprem sigortası’ adı altında halka dayatılan çözüm sadece kentlerdeki sağlam evleri kapsıyor. Bu durumda ‘Halk ne kaybediyor, kim ne kazanıyor?’ diye sormak boynumuzun borcu. ‘Evinizi, sağlığınızı, emekliliğinizi güvence altına alıyoruz!’ derken sadece ve sadece kendi karlılığınızı sigortalıyor olmayasınız sakın? Bu suçlamaların gerçekliği sosyalist duruşu çoktan aşıp siyasi görüş ayırt etmeksizin her vatandaşın fikir birliği ettiği bir mesele olmaya başladı. Ne de olsa akşam haberleri ve üçüncü sayfalar banka mağdurlarının cinayet ve intihar haberleriyle dolup taşıyor. Vatandaş yakasını sizden kurtarmanın yollarını arıyor. Ve tıpkı reklamlarda olduğu gibi bankacılıkta da birileri çığlıklar atarak onlara reva gördüğünüz kâbustan uyanıyor.

Reklamlardaki siyasi mesajlar, ürün ya da hizmet söz konusuysa satır aralarına sokulur genelde. Çeşitli çağrışımlar ve sembollerle bilinçaltına mesaj yollamak hedeflenir. Ancak bu reklamda oldukça çarpıcı siyasi mesajlar alenen veriliyor. Reklamda çizilen ‘vatandaş’ modelinin siyasi anlamına değinmek istiyorum. Çocuklarını harpta şehit vermiş, evini barkını kaybetmiş, yoksul köylü ‘Memleketimiz sağ olsun!’ diyor. 85 yıl önce yeni devlet kurmanın ve henüz bitmiş savaşın sancılarını çeken halkın, devletten o şartlarda bir şey beklememesi anlaşılabilir. Evet, bu yurtseverlik olabilir. Ama ‘85 yıl sonra bu ülkede ne değişti?’ diye sormak gerekiyor. Bizim halkımız hala o günkü kadar yoksul, hala evlatları kurban ediliyor, hala ekmeğini kazanmanın derdinde. İşin kötüsü ‘Bir ihtiyacın var mı?’ diye soran bir devlet yok.

Bir köylünün çocuğu olarak soruyorum: IMF ile işbirliği yapıp yıllarca şeker pancarına kota koyarak kaçakçıların, tefecilerin ve Amerika’nın; babam gibilerin üzerinden trilyonlarca lira kazanmasının tezgahını kuran siz değil misiniz? Tarlamıza ayçiçeği ekip, borçla mazot ve gübre alıp, ağır şartlarda çalıştıktan sonra tüm mahsulümüze el koyan, bir de üstüne bizi borçlu çıkaran sizin tarım politikalarınız değil mi? Bizden çaldıklarınızın birkaç kuruşunu ‘Tarıma Destek Fonu’ adı altında önümüze atarak ve böylece ‘sosyal devlet’ imajı yaratarak midenize indirmiyor musunuz? Sanayileşen ülke olmaya ülkedeki küçük çiftçiyi öldürüp, yerine modern derebeylikler yaratma güdüklüğüyle başlamıyor musunuz? Kilosunu 800 kuruşa aldığınız süt, hayvancılıkla uğraşanların yem parasına bile yetmiyor. İşte bu yüzden, hayvancılıkta da çiftçilikte de emeğinin karşılığını bir türlü alamayan halk, çocukları yaz kış demeden tarlada- ahırda çile çekmesin ve sonunda aç kalmasın diye, sizin yabancı sermayeye peşkeş çektiğiniz ‘sanayi bölgelerine’ akın ediyor. Ayda 300 liraya köle gibi çalışmaya razı oluyor. Kayıt dışı çalışmaktan kurtulmuş olanları ise 4C’ye mahkûm ediyorsunuz. Sonrasındaysa meydanlara dökülen Tekel işçileri gibi nicelerine ‘Bizim tek suçumuz merhametli olmak.’ diyebiliyorsunuz. Devletin vatandaşa karşı sorumluluklarını ‘merhamete’ indirgiyor, ‘vicdanlı hırsız’ pozlarıyla soygununuzu meşrulaştırmaya çalışıyorsunuz. Öte yandan yaptığınız tüm haksızlıklara, ahlaksızlıklara karşı sesini yükselten herkesi ‘vatan haini’ yahut ‘terörist’ ilan ediyorsunuz. Demem o ki; o reklamda bize örnek gösterilen köylünün yurtseverliği bugün için asla kabul edilemez. Çünkü siz, hepiniz 85 yıl önce ‘Memleketimiz sağ olsun.’ diyenlerin yurtseverliğine ihanet ettiniz. Bu nedenle; alın terimizden tutun da, cinsel kimliklerimizi, korkularımızı, toplumsal tarihimiz ve maneviyatımıza ait anıları, figürleri ‘Daha çok satmak!’ için kullananlara reklamcı, bankacı, bürokrat ayırt etmeksizin dur demeliyiz. Bize nasıl vatandaş olmamız gerektiğine dair örnekler göstermek evlatlarımızı toprağa, hak arayanlarımızı hapse, paralarımızı sömürgenlerin kasalarına yollayanların haddine değil.

Bayramlarda, anma törenlerinde emperyalizme kafa tutmasıyla övündüğünüz Atatürk’ün banka reklamlarıyla ‘hatırlatılmasına’ sevinmek, toplumdaki siyasi ayrılıkların ve çatışmanın bugünkü boyutlarını tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Reklamı izleyince duygulanıp ağlayanlara ‘emperyalizm’ kavramının anlamını özellikle hatırlatmak istiyorum, unutmuş görünüyorlar. Çünkü reklamı izlediğimizde gözlerimizi doldurması gereken tek neden, bizi kutuplaştırıp birilerini ötekileştirmemizi sağlayanların bu durumdan nemalanmalarının artık bu kadar aleni şekilde yapılıyor olmasıdır. Bir yanda Atatürk ‘yurtsever’ hedef kitlesi için reklamda kullanılırken, birileri de ‘Helal olsun.’ sloganlı boya reklamları yayınlıyor. Dini ve ulusal değerler kapitalizmin pazarında satışa çıkıyor. Ve işte tam da burada Lenin bize şöyle diyor: "Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.”

E biz de haliyle soruyoruz: Toprağı, emeği, sanayiyi sattınız da sıra bunlara mı geldi?
Devletin halk için var olduğunu, vatandaşa hizmet etmek zorunluluğunu ve sanıldığı gibi kutsal olmadığını bilmeyen, bu yanılsama için en sevdiklerini ve hayatını ‘Devletimiz Varolsun!’ alçakgönüllülüğüyle heba eden halkım; yedi düveli ‘yenmişez’ de bir içimizdeki işbirlikçilerle ‘baş edememişez’. Birilerinin vatan, millet, din diyerek senden aldıklarına ve elinde kalanlara dönüp bir bak. Çünkü Anadolu’nun gururlu insanına sömürülmek değil, hakkını aramak yakışır.